BAĞARASI FM
  EFELERİMİZ
 
SARI ZEYBEK EFE'MİZ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK







 EFELİK


Ege'de ilk efe faaliyetleri 1600'lü yıllarda başladı. 17.yy'dan itibaren Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısında meydana gelen askeri ve sosyal değişiklikler süvari ve kervancı olarak geçimini sağlayan eski akıncıları işsiz bırakmış, hükümetler tarafından vergi toplama kaygısıyla desteklenen ayanların derebeyi tavırları, bitmeyen savaşlar, sonu gelmeyen asker istekleri ve giyim kuşam yasağı zeybeklerin birer, ikişer dağa çıkmasına sebep olmuştur. Anadolu'yu "Türk Yurdu" haline getiren akıncı torunu zeybekleri zaman kanun dışı durumuna getirmiştir.
Uygarlıklar vadisi Menderes'teki savunması kolay, kaçış yolları açık dağ köyleri yörenin efeleri ve onların zeybekleri için barınma yerleri olmuştur. Vadinin verimli ovasını çeviren kartal yuvası engebeli dağlar takip kuvvetlerine yakalanmadan yaşamayı kolaylaştırmıştır. Bazı zeybekler zamanla sivrilerek, devletin otorite boşluğunda kendi otoritesini kuararak, yöre halkının çare aradığı bir merci haline gelmiştir.
Efelerin yerini öğrenerek kapılarını aşındıran halkın başlıca şikayetleri ayanların baskısıdır. Bunun dışında cami, yol, çeşme ve düğün yardımı gibi istekler efelere iletilmektedir. Çözülen her sorun efenin ününe ün katar, otoritesini sağlamlaştırır. Bir süre sonra öykülere, türkülere konu olur.
Ege'de efeler genellikle namus ve gururun yol açtığı olaylarla dağa çıkmıştır. Haksızlık, kişisel gurur ve hırslarından dolayı işledikleri bazı suçlar unutulmuş, geriye onları kahraman yapan olaylar kalmış, İlavelerle efsaneleşerek dilden dile dolaşan serüvenler zamanın gençlerinde bir efeye kızan olarak üne ve saygınlığa kavuşma arzusu uyandırmıştır.
"Efe" kelimesinin manasını irdelemeye gerek yoktur. Bu, folklorik dilimize mal olmuş anonim bir halk deyimidir. Yöreye has zeybeklik benzeri hareketler Ege'den kaçan rum çeteler tarafından Yunanistan'a taşınarak "Klepth" denilen bir unsurun doğmasına yol açmışsada bunlar haydutlukdan öteye geçememişlerdir. Milletlerin tarihinde "Geçmişi olmayanın, geleceği olmaz" derler. Efeler egenin ve yurdumuzun şanlı geçmişidir. Çakırcalı Mehmet Efe de bu efelerin en önemlilerinden biridir. Çakırcalı bir çok kurallar getirerek efeliğe şan ve onur kazandırmıştır.

Efeliğin daha önce bulunmayan etik değerleri, onunla birlikte ortaya konmuştur. Fakir soyulmaz, askere kurşun sıkılmaz, ırza namusa dokunulmaz. Yoksul gençlerin ve kızların evlendirilmesine maddi yardım etmesinin yanında Çakırcalı yol, cami, çeşme hatta köprüler yaptırmıştır. Kendinden sonra gelen efeler bu kurala bağlı kalarak efeliğin halk arasında saygınlığını sağlamışlardır.



Yörük Ali Efe'ler, Demirci Mehmet Efe'ler ve diğerleri bu etik değerlere bağlı kalarak İstiklâl Harbi ile de efeliğe şan ve şeref getirmişlerdir.
Çakırcalı ise İstiklâl Harbi başlamadan ölmüş, bu şanlı mücadeleye katılma şansı olmamıştır.Biz bu şanlı Efe'nin mirası kalan evin durumuna dikkat çekmek istiyoruz. Torunları tarafından yıllar önce satılan Çakırcalı'nın Kayaköy'deki evi daha sonraki sahipleri tarafından ihmal edilmiş bu tarih mirasına sahip çıkılmamıştır. Yılların acımasız tahribatından nasibini alan bu yapı yıkılma aşamasına gelmiş durumdadır.



Son sahibi tarafından "Nasıl yıkılıp yerine beton yığını dikilebilir?" hesapları yapılmakta olan evin merdivenlerinde basamak kalmamış.. Kiremitleri dökülen çatıdan gökyüzü görülmekte ve yağmur yağdıkça ev daha çok tahrip olmaktadır. Efeliği boyunca ağzına içki koymayan Çakırcalı'nın evinin içi şimdi boş şişelerden geçilmez duruma gelmiştir.



Tarihi değeri olmayıp sadece etnografik değeri olan yapılar bile korunurken benzeri çok az kalan bu kartal yuvası "Çakırcalı Evi" baktıkça insanın içini sızlatmaktadır. Yıllar geçtikçe sadece tarih sayfalarında ve efsanelerde kalan efeliğin bu son izlerini yok etmemek için hepimize görev düşmektedir. Yüreği çatal olmayan efe olamaz denir. "Çatal Yürek" cesur ve mert anlamına gelir. Ege'de hala mert ve cesur insanlara efe denir.
Hepinizin yüreği "Efe Yüreği" olsun.

İzmir'in Kavakları türküsünü dinledikçe türküdeki kahraman Çakırcalı Mehmet Efe'yi rahmetle anın.

 

İzmirin Kavakları

İzmirin kavakları
Dökülür yaprakları
Bize de derler çakıcı
Yar fidan boylum
Yıkarız konakları

Selvim senden uzun yok
Yaprağında üzüm yok
Gamalıda zeybek vuruldu
Yar fidan boylum
Çakıcıya sözüm yok
 



ÇAKIRCALI MEHMET EFE

1872 yılında İzmir – Ödemiş’in Ayasuluğ köyünde dünyaya geldi. Annesi Hatice, babası eski Zeybeklerden Çakırcalı Ahmet Efedir. Baba – oğul her iki zeybeğin de kullandıkları “Çakırcalı” lakabının, birtakım kaynaklarda mensup oldukları bir Yörük aşiretinden gelme olduğu belirtiliyorsa da yapılan araştırmalar sonucu bunun oldukça düşük bir olasılık olduğu ortaya çıkmaktadır. Çakırcalı’nın torunu Salih Çakırca ile yapılan bir söyleşide dedelerinin Afyon’un Dazkırı taraflarından geldiklerini belirtmiştir. Evliya Çelebi de 1082’de (1671) Kütahya’yı anlatırken Afyon taraflarında “Çakırca” diye bir kazanın varlığından bahseder. Bir cinayet işleyerek kaçıp Ödemiş – Ayasuluk’a yerleşen Çakırcalı Mehmet Efe’nin dedesi Kara Mahmut, büyük bir ihtimalle Evliya Çelebi’nin de adını belirttiği Afyon taraflarındaki Çakırca kazasından göçmüştür ve oğlu Ahmet Efe olsun, torunu Mehmet Efe olsun her ikisinin de “Çakırcalı” lakabını bu kazadan alma olasılıkları oldukça yüksektir.

Babası eşkıyalığı bırakmış, düze inmiş, kendi halinde bir köylü olarak yaşarken bu durumdaki eski Zeybeklerin yeniden dağa çıkmalarını önlemek amacıyla verilen gizlice öldürülmeleriyle ilgili bir emir doğrultusunda zaptiye çavuşu Boşnak Hasan tarafından öldürülür.

Babasının öldürüldüğünde Mehmet, henüz 11 yaşındadır. Uzun süre ayıngacılık (tütün kaçakçılığı) yaparak yaşamını sürdürür. Bu işte en büyük yardımcısı, babası Ahmet Efe’ye de yardım ve yataklık yapmış olan Hacı (Eşkıya) Mustafa’dır. Bir zaman sonra Hacı Eşkıya’nın geçmişte kendisini bırakarak başka bir gençle kaçan karısını ve kaçtığı genci Ödemiş’teki evinde öldürür. Kısa bir süre sonra da babasını da tuzağa düşürerek öldüren Boşnak Hasan Çavuş tarafından yakalanarak hapse atılır. Ancak delil yetersizliğinden dolayı mahkemede beraat eder ve kısa bir süre sonra serbest kalır.

Çakırcalı’nın bir gün başına bela olacağını bilen Hasan Çavuş’un yıllar önce işlenen bir hırsızlık olayını da Çakırcalı’ya mal edip takibe düşmesi ve Çakırcalı’nın köyüne baskın düzenleyerek annesi ve diğer akrabalarına türlü hakaretlerle işkence yapması Çakırcalı’yı çileden çıkarır. Bütün bu olaylar ve babasının da öcünü almak amacıyla Çakırcalı, yanında Hacı Mustada, Çoban Mehmet, Harmnlıoğlu Ahmet, Koca Mehmet, Arap Mercan, Kara Ali gibi yiğitlerle dağa çıkar ve “Çakırcalı Mehmet Efe dağa çıktı, Osmanlı gelip de yakalasın” diye Osmanlı’ya haber salar.

Halk arasında ün kazanmış, desten olmuş diğer bir çok efe gibi o da varlıklı kişilerden aldığı paraları kendisine yataklık yapanlara ve yoksullara dağıttı. Çevredeki bir çok varlılık kişiyi köprü, çeşme gibi yararlı işler yapmaya zorladı. Bu sayede halkın gözünde kısa bir sürede yüceldi. Çakırcalı, bir ara peşine düşmüş olan Hasan Çavuş ile Mülazım Hüsnü Efendi’yi bir pusuda öldürdü. Bunun yanı sıra bölgede “Çalıkakıcı” olarak adlandırılan, sürekli halka karşı acımasızlık yapan ve yönetime çalışan birtakım Türk, Rum, Arnavut çetelerine karşı büyük mücadeleler vererek bir çoğunu ortadan kaldırdı. Hatta, kendi adını kullanarak köy ve obaları basan, talan edip kadınlara ve kızlara sarkıntılık eden dokuz kişil bir Arnavut çetesinin adı ile ilgili tüm çalışmalarda anlatılmasına rağmen ilgili Arnavut çetesinin adı ile ilgili bir açıklama yapılmamıştır. Ancaki büyük bir ihtimalle bu çete Salihli, Alaşehir taraflarında iğren. Boyutlarda eşkıyalık yapan “Arnavut Köy Bayram” çetesidir. Çünkü bu çetenin yaptıkları hakkında basında 1900 ve Eylül 1901 tarihi arasında çeşitli haber alınamamıştır. Ünü Osmanlı ve sınırlarını aşarak Avrupa’ya kadar yayıldı. Avrupa’dan bir çok gazeteci gelerek kendisiyle röportajlar yaptı, gazetelerde dizi yazılar çıktı.




Çakırcalı Efe ile baş edemeyen Osmanlı kendsine çeşitli defalar af çıkarttı. Her seferinde de “Kırserdarlığı” görevi ve belirli miktarda maaş bağlanalarak, silahlarıyla birlikte çete elemanlarının da yanında kalmasına izin verilerek ödüllendirildi. Ancak efe her seferinde bir bahane bularak yeniden dağa çıktı. Kendisine rakip olarak gördüğü bir çok Zeybek çetesini ortadan kaldırmıştır. Bunların en ünlülerinden birisi de “Kamalı Mehmet Efe” çetesidir. Halk arasında yakılan türkülere bakıldığında, Kamalı Mehmet Efe’nin diğer Zeybeklere oranla halk tarafından pek sevilmediği ve Çakırcalı’nın Kamalı’ya karşı zaferinin kıvanç yarattığı düşünülebilir ise de Kamalı’nın ölümü gerçekte halk arasında büyük üzüntü yaratmıştır. Hatta bu olay sonucu Çakırcalı halk tarafından büyük tepki toplamıştır. Çünkü Çakırcalı, daha önceleri Poslu Mehmet, Köseoğlu (Köseli Mehmet) gibi dönemin sevilen efelerini öldürdüğü gibi Kamalı Zeybeği de yörenin deyimiyle “kancıklayarak” öldürmüştür. Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere Çakırcalı, dönemin en güçlü efesidir.

Çakırcalı’nın, kendisine tehlike oluşturacağını düşündüğü veya ortadan kaldırmasıyla birlikte hükümet tarafından bağışlanacağına inandığı herhangi bir Zeybek çetesini ortadan kaldırmaması olanaksız gibidir. Hata Köseli Mehmet’in ölümünü duyan Şair Eşref, bu olay üzerine şu dörtlüğü söylemiştir:

Biz Tevarihte emsalini çok gördük
Eden elbette bulur ettini çok gitmez
Eşkıya seyf-, hüdadan serini kurtaramaz
Çünkü affetse hükümet, Çakıcı affetmez

1912 yılındai Nazilli yakınlarındaki Karıncalı dağ mevkiinde yönetim güçlerince girdiği bir çatışma sonucu, kafası ve elleri kesilmiş, göğsünün derisi yüüzlmüş bir halde bulunmuştur. Bu durum, öldükten sonra tanınmaması için efenin kendi istediği doğrultusunda kızanları tarafından gerçekleştirilmiştir.

Çakırcalı, kimi rivayetlere göre sağ kolu Hacı Mustafa tarafından kazayla, kimine göre Sinan adındaki bir kızanı tarafından, kimine göre de müfreze komutanı Yüzbaşı Şükrü Bey’in kardeşi Osman tarafından vurularak öldürülür. Çakırcalı’nın ölümüyle sonuçlanan çatışmada görevli Bayındırlı Mülazım Mehmet Efendi, Vali Nazım Paşa’ya, bu durumu belirit bir de rapor yazar:

Vali Nazım Paşa Hazretlerine,
Şaki – i şerir Çakıcı melhununun naşı maktuludur. Cesetin Çakıcı’ya ait olduğuna dair delil sol kürek kemiği üzerindeki, evvelce Balabanlı köyünde soyunurken gördüğüm badem şeklindeki benidir.

Bu şakiyi yok edene ve başını getirene yönetimce vaat edilen 4000 altına sahip çıkmak isteyen birçok kimse vardır. Çakıcı, serseri bir kurşunla vurulmuştur, bilesiniz. Vurdum diyenlerin iddiası varit değildir. Hatta müfrezelerimiz bu bapda hizmeti sevk etmemişlerdir. Çakıcı’nın başının, ellerinin kesilip alınması, göğüs dersinin yüzülmesi hayli bir zamana tevakkuf edeceğinden ve çete bunlara yapacak kadar müsait zaman bulabilmeleri, müsademenin na ehil ellerde kaldığını gösterir.





Anzavur Ahmet Bey ve Yüzbaşı Tevfik Bey, Alioğlu çiftliğinden kaçtıkları malumaten arz olunur.

İmza:
Bayındırlı Mülazım
Mehmet Efendi



Ancak Bayındırlı Mehmet Efendi, aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra, 1950 yıllarında yazar Murat Sertoğlu’na Çakırcalı’nın “Yarım Arap” adı verilen bir Manisalı asker tarafından vurulduğunu söylemiştir. Bu olayı bunca zaman saklamasına neden olarak da, Yarım Arap’ın bu olayın duyulması ile birlikte Çakırcalı’nın adamları tarafından öç alınmasından korktuğunu ve kendisine söz verdirdiğini söylemiştir.

Çakırcalı Mehmet Efe’nin ölümü halk arasında büyük üzüntü yaratmış, ağıtlar yakılmıştır. Mezarı Nazilli yakınlarında bir yol kenarında iken 1947 yılında buradan alınarak Ödemiş’in Kayaköyü mezarlığına taşınmıştır.

Çakırcalı Mehmet Efe Osmanlı tarihinin, belki de dünyanın en büyük eşkıyalarından biridir. 15 yıllık eşkıyalığı boyunca 1081 kişiyi öldürdüğü rivayet edilmiştir. Öldürdüğü kişilerin (kafasını veya diğer çeşitli uzuvlarını kesmek, diri diri yakmak... gibi) öldürülüş biçimlerinden dolayı acımasızlığıyla da ün saldı. Bu acımasızlığından dolayı halk arasında seveni olduğu gibi sevmeyeni, düşmanı da vardı. Hatta kendisine, halk tarafından “Kargış” niteliğinden türküler dahi yakıldı.

Diğer çete resilerinin aksine, son derece az adam barındıran Çakırcalı’nın yanındaki adam sayısı olağan üstü durumlar hariç sekiz kişiyi geçmemiştir. Yıllarca sonra aynı bölgede cesareti ve yiğitliğiyle büyük bir üne sahip olan “Gökçen Efe”de Çakırcalı’nın yanında uzun süre kızanlık yapmıştır. Çok iyi de silah kullanabilen efe, bu sayede girdiği seksen kadar çatışmadan sağ salim kurtulmayı başarmıştır.

Çakırcalı Efe’nin diğer bir önemli özelliği ise, kızanlarından farklı olarak son derece yalın bir giysi ve dindar bir kişiliğe sahip olmasından dolayı dizlerinin görünmemesi için diz çakşırı yerine potur giymesidir.
 
ÇAKIRCALININ ÖLÜMÜ<
 
Çakırcalının ölümü hakkında bu güne kadar çok değişik rivayetler duydum.
Ben Nazilli'ye bağlı Arpaz Köyü doğumluyum.Bu olayla ilgili bize, olay sırasında yaşayan büyüklerimizin anlattığı şekliyle bilgilendirmek istiyorum.
Çakırcalı Mehmet Efe kızanlarıyla birlikte Madran Dağından,Arpaz Köyü tarafına gitmek için,Akçay çayının üzerinde bulunan tahta köprüden geçmekte iken,atının ayağı kırık olan bir tahtanın arasına sıkışır ve düşme tehlikesi geçirir.
Arpaz'a giderek,daha önceki gelişlerinde de her zaman uğradığı ve misafiri olduğu köyün ağası Osman Bey'i bulur ve olayı anlatarak kendisine bir kese de altın verip köprüyü sağlam bir şekilde yaptırmasını ister ve köyden ayrılır.
Uzun bir aradan sonra,Çakırcalı'nın yolu yine ayni köprüden geçer ve köprünün henüz yaptırılmamış olduğunu görür,hemen Arpaz'a gidip Osman Bey'i köy meydanında bulur ve kendisine bu iş için daha önce vermiş olguğu altınları geri ister.Osman Bey kendisinde şu anda bu kadar altının bulunmadığını bunları ancak Nazilli'den getirebileceğini söyler.Ancak Efe,ağayı bırakmaz ve Karıncalı Dağına kaldırır,giderken de yakınlarına:"Gidin Nazilli'den altınları getirin,ağayı alın,zaptiyeye haber verirseniz ağayı ölmüş bilin"der.
Bunun üzerine,Osman Bey'in o zamanlar 11-12 yaşlarında olan oğlu Mehmet atına atlar ve Nazilli'deki akrabalarına giderek durumu anlatır ve bir kese altını alarak Karıncalı Dağına gitmek üzere yeniden yola çıkar.Nazilli'de şimdiki dörtyol denilen yere gelince,orada bulunan zaptiyeler kendisini durdurur, kim olduğunu ve nereye gittiğini sorarlar.Çocuğun gitmesiniocuk önce gerçeği söylemek istemez ancak biraz daha sıkıştırılınca olanı biteni anlatır.Zaptiyeler çocuğu bırakıp, gitmesini, kendilerinin de arkadan geleceklerini söylerler.
Bu arada kendisini, Çakırcalının çocuğu izlemekle görevlendirdiği bir kızan gizlendiği yerden olanı biteni görünce;herkesten önce Karıncalı Dağını vararak çocuğun kendilerini ihbar ettiğini ve zaptiyelerin gelmekte olduklarını söyler.
Zaten az sonrada zaptiyeler etraflarını çevirir ve zaptiye komutanının sesi duyulur:"Teslim olun etrafınız sarıldı"diye
Bunu duyan Osman Bey koşarak zaptiyelerden tarafa kaçmak ister.Çakırcalı'da,ağanın kaçmakta olduğunu görür ve göz ucuyla Hacı'ya işaret ederek:"Haklayıver şunu Hacı"der.Hacı'da ağayı sırtından vurarak öldürür ve zaptiyelerle çatışma başlar.
Çakırcalının çok tehlikeli gördüğü ve "oradan kim geçerse vurun" diye talimat verdiği yerden kendisinin geçmekte olduğunu gören Hacı uyarı amacıyla o yöne bir sefer ateş eder önce kayaya çarpan kurşun,oradan sekerek çakırcalının göğsüne saplanır.Hacı bulunduğu yerden koşarak yerde yatmakta olan efenin yanına çöker ve efesinin başını ellerinin arasına alarak ağlar.Çakırcalı'da en son:"Ne yaptın Hacı"der ve bir daha açılmamak üzere gözleri kapanır.
Daha önceden yapmış olduğu vasiyeti gereği Hacı tarafından kafası, elleri ve ayakları kesilir,göğsünün derisi yüzülür(Göğsü çok aşırı derecede kıllı imiş,tanınmasın diye)daha sonra kızanlar ve Hacı Efenin kestikleri organlarını da yanlarına alarak kuşatmayı yarar ve kaçarlar.Zaptiyeler tarafından, Efenin o zamanki Nazilli belediyesi önüne getirilen naaşı,karısına teşhis ettirildikten sonra,hakkında kesinleşmiş idam cezası var diye o kütük gibi beden belinden bağlanmak suretiyle asılarak teşhir edilir.Ardından cesedi Nazilli'de bulunan şimdiki Atatürk Lisesinin bulunduğu yerdeki mezarlığa defnedilir(Oraya ondan sonra Çakıcı Mezarlığı denilir)
İlerleyen yıllarda da akrabaları tarafından oradan alınarak Ödemiş Kayaköy'deki şimdiki yerine nakledilir.



alıntıdır....


YÖRÜK ALİ EFE


Yörük Ali Efe, (d. 1895-Kavaklı, Sultanhisar, Aydın, ö. 23 Eylül 1951-Bursa), Kurtuluş Savaşı sırasında 16 Haziran 1919'da Malgaç Baskını ile düşmana ilk darbeyi vurmak suretiyle Aydın yöresinde düşman kuvvetlerinin ilerlemesini durdurmuş olan Türk kahramanı.

Babası Sarıtekeli aşiretinden İbrahim oğlu Apti, annesi yine Yörüklerin Atmaca Aşireti'nden Fatma 'dır.

Yörük Ali 19 yaşına geldiğinde, Aydın (il) dağlarında dolaşan Alanyalı Molla Ahmet Efe 'nin gurubuna katılmak istedi. Ağır bir sınavdan geçirilerek guruba alındı. Kısa zamanda Efe 'nin ve tüm zeybeklerin güven ve sevgisini kazanarak gurupta ikinci adam konumuna yükseldi. Alanyalı Molla Ahmet Efe 'nin Bozdoğan Kavaklıdere baskınında ölmesi üzerine Yörük Ali Efe olarak gurubun başına geçti. Dört yıldan fazla dağlarda dolaşan Yörük Ali Efe, bu süre içinde daima ezilenin mağdur edilenin, güçsüzün yanında oldu. Haklı olarak halk tarafından sevildi, itibar ve destek gördü.


İstanbul, Büyükçekmece'de bulunan Yörük Ali Efe heykelciğiYörük Ali Efe 1919 senesinde dağdan indi. O sıralar düşman İzmir 'i, ardından Aydın ve Nazilli 'yi işgal etmişti. Yörük Ali Efe, Kıllıoğlu Hüseyin Efe ve bazı arkadaşları, Aydın İli 'nin Çine ilçesi Yağcılar köyünde toplanarak, Sultanhisar ilçesine iki kilometre uzaklıkta Malgaç demiryolu köPage Rankingüsü yanındaki güçlü ve tam teçhizatlı düşman karakoluna baskın yaptılar. Tarih:16 Haziran 1919. karakol tümüyle imha edildi. Oldukça önemli cephane ve erzak ele geçirildi. Bu baskın Batı ve Güney Anadolu 'da düzenli, bilinçli, ve milli şuurla düşmana yapılan ilk baskındır. Bu önemli başarı halka ümit ve cesaret vermiş, düşmanın yurttan kovulabileceğine olan inancını arttırmış ve Yörük Ali Efe 'nin liderliğini perçinlemiştir. Düşman beklemediği bu baskın karşısında paniğe kapılmış, Nazilli 'deki kuvvetlerini Aydın istikametine çakmıştır. Ne yazık ki çevreyi yakarak, yıkarak, masum insanları öldürerek... Daha sonra 7. Tümen kumandanı Şefik Aker 'in başkanlığında kurulan halk meclisinde oy birliğince alınan karar uyarınca Aydın, Yörük Ali Efe emrindeki kuvvetler tarafından kurtarılmıştır. Ancak takviye kuvvetlerle güçlenen düşman ordusu Aydın 'ı ikinci kez işgal etmiştir. Artık kanlı savaşlar başlamıştır. Köşk, Umurlu ve Dörtyol cephesi kurularak olağanüstü cesaretle, donanımlı ve sayıca çok fazla olan düşman kuvvetleri büyük kayıplara uğratılmıştır. Böylece düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir süre düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engellenmiştir.


Yörük Ali'nin Yenipazar'daki evinden hayat hikayesiDüzenli ordunun kurulması üzerine Yörük Ali Efe, emrindeki savaş deneyimi çok iyi olan büyük bir gurubu her ferdinin istek ve sevgisiyle orduyla bütünleştirmiştir. Kendisi de Milli Aydın Cephesi Komutanı olarak savaş sona erene kadar vatani görevini sürdürmüştür.

Yörük Ali Efe alçakgönüllü bir insandı. Kurtuluş Savaşı'ndaki rolü ile ilgili olarak yapılan övgülere verdiği şu cevabı her zaman hatırlanacaktır:

Bazı kimseler savaş zamanında yapılan işlerin bir çoğunu bana ve başkalarına mal ederler. Bu yanlıştır. Bir kişinin, beş kişinin böyle büyük davalarda ne ehemmiyeti olur ki? Gönlünde vatan muhabbeti taşıyan her vatansever o günlerde bizim gibi düşünmüş, bizim gibi duymuş, ondan sonra da bizimle beraber olmuştur. Milli mukavemette aslan payını kendine ayırmakta hata vardır. Bir elin şamatası olur mu ki?

Cumhuriyet döneminde Yörük soyadını alan Ali Efe, Kurtuluş Savaşından sonra altı sene İzmir 'de yaşadı, 1928 senesinde, Kurtuluş Savaşında bir süre karargahı olan Yenipazar 'a taşındı. 1951 senesinde, İzmir'de geçirdiği tramvay kazasında bacaklarını kaybetmiş, 1953 yılında tedavi için gittiği Bursa 'da ölmüştür.

Yörük Ali Efe vasiyetinde Yenipazar 'da toprağa verilmesini istedi. Ayrıca Halkı iyidir, toprağı sever, toprağı seven insan sever. Ben orada rahat ederim dedi.

Kuvayı Milliye 'nin bu değerli komutanı TBMM tarafından İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca Türk halkının onun adına yaktığı bir türkü de vardır.

Yörük Ali Efe 'nin Aydın 1997 'de Aydın Belediyesi 'nce yaptırılan heykeli, efelerin bıyıksız olamayacağı gerekçesiyle kaldırıldı ve 1998 'de bıyıklı olarak yeniden dikildi. Ayrıca Yenipazar'da Yörük Ali Efe Müzesi'de yapılmıştır.






ATÇALI KEL HEHMET

Atçalı Kel Mehmet Efe - Aydın yöresi

Aydın'ın Atça kasabasında olan Atçalı Kel Memet Efe, Osmanlı tarihçisi Lütfi tarafından "Eşkıya, hırsız ve katil" olarak gösterilirken, tarihçi Çağatay Uluçay, Atçalı'yla ilgili şu bilgileri veriyor:

Kel Memet, fakir bir zeybektir. Genç yaşında dağa çıkmış, daha sonra bir ihtilalin lideri olmuştur... İhtilal diyorum, daha doğrusu ben demiyorum da ona ait vesikalar Kel Memet'in liderlik ettiği Aydın ayaklanmasına "Aydın İhtilali" adını veriyorlar... Bu, Osmanlı tarihlerinde bilhassa şehirlerde ve kasabalarda ayaklananlar ve idarecileri kaçıranlar veya karışıklığa meydan verenler için kullanılan bir terimdir. (...)

Kel Memet'in liderliğinde meydana çıkan Aydın ayaklanması tam manasıyla bir halk ihtilali karakterini taşır görünmektedir.

Çünkü Kel Memet, şimdiye kadar gelmiş geçmiş eşkıyaların yapamadığı bir işi başarmıştır.Aydın ihtilaline lider olan Memet ilk olarak savaş vergilerinden bunalan Aydınlılara bu vergiyi kaldırdığını ilan etti. Daha sonraları mültezimlerin, voyvodaların ve zabitlerin halktan keyfi olarak topladıkları vergileri kaldırdı.

Kel Memet bunlarla da yetinmedi, hükümetten serbest ticaret ve tarımın korunmasını, kanunların değiştirilmesini, daha eşit kanunlar yapılmasını ve askerliğin yeni esaslara bağlanmasını istedi.
Aydınlılar, Kütahya, Manisa ve Denizli'nin bazı kazaları, onun ileri sürdüğü fikirleri sevinçle karşıladılar, ona kapılarını açtılar ve kendilerine efendi yaptılar.

Kel Memet'in ilk ayaklanmasında yalnız Aydın mütesellimi ve yanındaki adamları hariç, diğer kasabalarının hiç birisinde ona karşı silah atılmadı. Aksine, adamlarıyla birlikte bu kasabalara birer kurtarıcı gibi girdi.

Halk, Kel Memet'in ileri sürdüğü fikirleri samimi, ciddi ve adil buldu.. Onun etrafında toplanıverdi... Böylece Aydın ihtilali dediğimiz ihtilal başladı...

Aydın'a bir vali gibi yerleşen Kel Memet, eski düzeni kökünden yıktı.. Kötü idareciler ve ayanlar bulundukları yerlerden kaçtılar. Onların yerlerine adamlarını koydu, ileri sürdüğü esaslara göre hakim olduğu bölgeyi idareye başladı.

Kel Memet, idaresi altında bulunan yerlerde halkının malına, canına ve ırzına saygı gösterdi. Gezi hürriyetine engel olmadı. Üstelik padişahı da efendi ve halife olarak tanıdı, ahlaksız, zalim ve hırsız memurların amansız bir düşmanı oldu. Ağır vergiler altında inleyen, dövülen, hapsedilen ve sürgüne gönderilen halkın koruyuculuğunu yaptı. Çilelerle dolu bu halkı, zalim memurların pençesinden kurtarmak için elinden gelen her şeyi yaptı.

Kel Memet'ten önce gelen şakiler, astılar, kestiler, soydular, halkın kızlarını, oğullarını dağlara kaçırdılar, kanunları çiğnediler düzenleri bozdular. Halbuki Kel Memet, onların aksine zulmü ve adaletsizliği ortadan kaldırmak, yeni bir düzen kurmak için çalıştı. O bu idealleri uğruna fermanlı oldu ve başverdi... Fakat onun ileri sürdüğü fikirler, İkinci Mahmut'un yaptığı yenilikler hareketinde, Tanzimatın ve Birinci Meşrutiyetin ilanında önemli rol oynadı.

Kel Memet'in liderliğindeki Aydın ihtilali, bize yeni bir şey daha öğretmiş oldu. Eski tarihlere ve klasik tarihi görüşlere göre Osmanlı İmparatorluğundaki bütün ihtilalleri Yeniçeriler ve alimler yapmışlardır. Halk ihtilali olmamıştır. Halbuki Kel Memet'in Aydın'da uyguladığı, gerçekten de bugünkü manada bir halk ihtilali idi. Bu ihtilale, onunla aynı hizada yürüyenler, zeybekler, yörükler, şehrin esnafıyla alt tabakadan olan halk katıldı.

Kel Memet'in liderliğindeki Aydın ihtilali bu klasik görüşü yıkıyor. Önümüze yeni bir ufuk açıyor. Kel Memet, halk hareketlerinin temeli ve ışığı oluyordu. Bu bakımdan fermanlı Kel Memet, reform ve halk hareketleri konusunda sosyal tarihimizde önemli bir yer alacaktır. (Bkz. C. Uluçay'dan aktarılarak Örsan Öymen: Atçalı Kel Memet Efe, Milliyet, 30 Ocak 1977)

Aydın ile Nazilli arasındaki Atça kasabasında bugün Atçalı'nın anısına bir "Atçalı Kel Memet" anıtı bulunduğunu belirtelim.



DEMİRCİ MEHMET EFE

1885-1959 yılları arasında yaşayan Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe'yle birlikte Kurtuluş Savaşı sırasında Ege yöresinde büyük yararlar göstermiş en ünlü Efelerdendir.

Türk Ansiklopedisi'nde Demirci Efe'yle ilgili şu bilgiler veriliyor:

"İstiklal Harbinde yararlığı görülen efelerden biri. Nazilli ilçesinin Piribeyli köyündendir. Efe olmadan demircilik yapardı. Bunun için Demirci sanı ile ün yapmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında kendisine karşı yapılan onur kırıcı bir işten dolayı kaçmış, köyüne dönerek zeybek olmuş, dağa çıkmıştır.

15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'e girmesi üzerine Ulusal Savaşa katıldı. Düşman Nazilli'ye gelince, Demirci Efe'nin zararsız duruma getirilmesi için kendisine önemli armağanlar göndererek generallik vaadinde bulundular. Demirci Efe, bunları geri çevirerek, düşmanla savaşa girişti. Bu arada düşmanın elinde bulunan Nazilli'deki silah deposunu basarak hepsini kendi adamlarına dağıttı. Zeybekler ordusunun Demirci Alayını kurmaya başladı. 10 Temmuz'da Aydın'ın doğusundaki Umurlu'ya gelerek Cephe Komutanı Binbaşı İsmail Hakkı Bey'in komutasına girdi. Burada asker toplayarak alayının gücünü artırdı, daha bir çok efeler de onun emrine girdiler. Böylece Demirci Efe kuvvetleri önemli bir birlik oldu. 16 Temmuzda düşman elinde bulunan Aydın'a bir saldırıda bulundu, üstün ateş karşısında ilerleyemedi. Bundan yararlanmak isteyen Yunan kuvvetleri karşı saldırıya geçtilerse de başarı sağlayamadılar. Bundan sonra yapılan Fata, Adagide baskınlarında düşman perişan bir duruma sokuldu.
Para toplamak üzere Denizli'ye gönderdiği Söke'li Ali Efe'nin öldürülmesi ve adamlarının şehirden kovulması üzerine, Demirci Efe, Denizli'yi basarak, kendisini karşılamaya çıkan memurları hemen öldürttü. Ali Efe'nin ölümünden sorumlu tuttuğu yüz kadar kişiyi de kurşuna dizdi, şehri yakacağını bilirdi. Bu kararından güçlükle vazgeçirildi. Bu olaydan sonra ünü her yerde yayıldı. Emrinde bulunan 10 bin kişiyle Aydın cephesinde düşman saldırılarını durdurmada başarı sağladı. 5 Ekim 1919'da Aydın Cephesi Umum Kuva-yi Milliye Komutanı oldu. (...)"

Demirci Efe, bu görevden sonra da mücadeleye devam ediyor. Savaştan sonra köyüne çekiliyor ve ölünceye kadar köyünde yaşıyor.

Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe ve daha birçok efe Kurtuluş Savaşı'nın Ege cephesinde, Gizik Duran gibiler Toros cephesinde, Karayılan ve arkadaşları ise Antep yöresinde doğrudan görev almışlardır. Bu örnekler, erdemli eşkıyaların toplumun çıkarlarına uygun gördükleri bir eylemde rahatlıkla görev alabileceklerinin açık örnekleridir.



YALNIZ EFE

Sabahtan beri yürüyorduk. Düşe kalka geçtiğimiz sarp keçi yolları bazen sel yarıkları içinde kayboluyor, bazen sık fundalıklardan ayrılarak, dibinde sivri sivri çam tepeleri görünen karanlık çukurlara sapıyordu. Ayı avına gidiyorduk. Kılavuzun Kum dere köyünün en namlı nişancılarındandı. Beraber tırmanacağımız yüksek ormanlı dağların daha çok uzağındaydık. Vakit vakit ince bir yağmur serpeliyordu. Güneş yoktu. Nihayetsiz mor bir kubbeyi andıran dumanlı gökten sonsuzluğun geçmiş saatlerini hatırlatır gamlı guguk sesleri aksediyordu. Artık iyice yorulmuştum. Omzumdaki martin gittikçe ağırlaşıyordu.
-Biraz dinlensek, dedim.
Kılavuzum güldü. Onun kır çember sakallı şen çehresi pembeleşti:
-Kesildin mi? diye sordu.
Sırtında çiftesi ile üç günlük yiyeceğimizden başka benim kebemi de taşıyan bu dinç köylüye yorgunluğumu söylemedim.
-Ha biraz gayret! Yarın başına bir çıkalım, oradan öte Akkovuk’a kadar yol iyidir, dedi.
Yarım saat daha tırmandık. Ayaklarımızın altından küçük taşlar, kireçli topraklar dökülüyordu.
Gayet büyük bir çam ağacının yanına gelince kılavuzum:
-İşte yarın başı! dedi.
Yerler çamurdu. Çiseleyen yağmurun dallara çarpan damlaları derin bir fısıltı çıkarıyordu. Ben hemen çöktüm. Çamın kalın gövdesine arkamı dayadım. Cebimden paketimi çıkardım. Sırtından yükünü indiren ihtiyar avcıya uzattım:
-Yak bir cigara bakalım!
Ağır bir tavırla:
-Burada tütün içilmez, dedi.
Sordum:
-Niçin? Namazgah mı burası?
-Hayır!
-Ya ne?...
Başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
-Burası Yalnız Efenin “sır olduğu” yerdir, dedi.
Serin bir rüzgar yağmurun fısıltısını çoğaltarak esiyor, üstümüzdeki siyah bir çadır gibi açılan çam dallarını titretiyordu. Anadolu’nun bu yalçın ufuklu, bu boş, bu kayalık, bu korkunç tarafı, Bozdağı’na giden bu ıssız yol eskiden beri eşkıya uğrağı idi; bunu bilmiyordum. Ben tenha bir geçidin gizli bir köşesinde uyuyan küçük bir köyde doğdum. Ger Ali’nin, Köroğlu’nun, Develi’nin, Cellav’ın menkıbeleri içinde büyüdüm. Bilmem onun için mi, eşkıya hikayelerini dinlemeyi pek severim.
Paketimi cebime soktum.
-Anlat bana baba, bu Yalnız Efe kim? nasıl sır oldu? dedim.
İhtiyar avcı torbasının yanına bağdaş kurdu, çiftesini kucağına uzattı, iri ela gözleriyle dik yarın keskin kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı. Sonra bana döndü:
-Anlatayım. Ben şimdi elli yaşını geçiyorum. O vakit pek ufaktım. Onu gören kadınları dinlerim. Kendisi hiç erkeğe gözükmezdi.
-Niye gözükmezdi?
-Çünkü kızdı.
-Kız mıydı?
-Evet.
Hayretim boşuna gitti. Geçmişi seven, bütün harikaları geçmişte sanan, geçmişi kut sayan her yaşlı köylü gibi masum bir şevkle hikayesine devam etti:
“Dağa çıktığı zaman daha on altı yaşındaymış. Babası gençliğinde bize köye göçmüş, kızından başka kimsesi yokmuş.
“Bu adam, bir gün nasılsa Ese oğlunun çiftliğinden geçer. Oradaki yabancı korucuların birinde alacağı varmış, onu ister. Vermezler. O da galiba kötü bir laf söyler. Hemen zavallıyı öldürürler. Kızı duyunca babasının ölüsüne gider. Ağlamaz, sızlamaz. Kimin vurduğunu anlar. Sonra kazaya gelir, hükümete koşar. Babamı vuran filandır, tutun! der. Aldıran olmaz. Kız yine köye dönmez. O vakit, nereden geldiği, nereli olduğu belli olmayan sarhoş bir zaptiye mülazım varmış, Eseoğlu’nun ahbabıymış. Kız her gün onu tutar, “Babamı vuranı daha tutmayacak mısın?” diye sorar. Bir gün bu sarhoş, kızcağıza öfkelenir, ağzını bozar, “Bre kahpe, bir daha buraya gelirsen senin kafanı kırarım!” der. Kız korkmaz, zaptiyelerin yanında ona “işte bunlar da şahit olsun sen bu gün babamı vuranı tutmazsan ben seni öldüreceğim!” der. Zaptiye mülazımı bu lafa bütün bütün gazaplanır, fırlar, Yörük’ün kızını iyice döver, zaptiyelere sokağa attırır.
Kız bir zamanlar görünmez olur...
“Bir gün sarhoş mülazım, Eseoğlu’nun verdiği bir ziyafete giderken kafasına bir kurşun yer, hemen orada can verir. Vuranı ararlar bulamazlar. “Yörük’ün kızı vurdu” diye bir laf olur. Ama buna kimse inanmaz. Herkes onu İzmir’e birinin yanına evlatlık gitti sanır. Fakat bir hafta geçmeden, Yörük’ü öldüren korucu da vurulur. Biraz sonra hükümete Yörük’ün davasını hasır altı ettiren çiftlik sahibi Eseoğlu’nun boğazlanmış ölüsünü bağdaki yatağında bulurlar. Kasabalı ağaların çiftliklerine koruyucu, hergeleci, çoban gibi gelip silahsız ahali içinde tüfekle gezen ne kadar yabancı varsa yavaş yavaş hepsi vurulmaya başlar. İş o dereceğe varır ki, yabancılar yalnız kıra çıkamaz olur. Nihayet takım takım buralarını bırakırlar, kendi yurtlarına dönerler. Zalim zaptiyeleri, köylüyü soyan memurları, rençperi dolandıran madrabazları hiç görünmeden öldüren bu efenin kim olduğu bir zaman anlaşılmaz.
Bu efe tek başına. Yanına uşak filan almaz. Müracaat edenleri ters yüzüne çevirir. İşte bunun için köylüler ona “Yalnız Efe” derler. Tam on beş sene Yalnız Efe’nin yüzünü kadınlardan başka kimse göremez. Dağda erkekle karşılaşınca, uzaktan “gözlerini yum!” diye bağırırmış, sonra yanına gelirmiş. Kim gözünü açarsa hemen öldürürmüş, gözünü açmayan erkeğe; “size zulüm eden kim? rüşvet alan memurunuz var mı?” diye sorarmış. Onun korkusundan kaza da kimse kötülük yapamazmış. Zenginlere, kadınlara haber gönderir, “filan fakire yardım ediniz. Filan öksüzü evlendiriniz. Filan köprüyü yapınız. Filan köyde bir mektep kurunuz.” gibi emirler verirmiş. Hem çok sofuymuş. Benim teyzem bir gün odundan gelirken onu görmüş. Anlatırdı. Başında yeşil bir namaz bezi sarılıymış. Arkasında erkek elbisesi varmış, yamaçta namaz kılıyormuş, peri gibi güzelmiş...
“Evet, bir zaman onun korkusundan kimse kimseye haksızlık edemez olmuş. Haksızlığa uğrayan düşmanını, “gider Yalnız Efe’ye söylerim!” diye korkuturmuş. On beş sene ne köyümüze, ne kazamıza yabancı, yağmacı gelmez olmuş. Öşürcüler, ağnamcılar, tahsildarlar, zaptiyeler köylerde kuzu gibi namuslu dolaşırlarmış. Rüşvet değil, ikram olunan yemişi bile kimse alamaya cesaret edemezmiş.
“Yalnız Efe’ den kimsenin şikayeti yokmuş. Ne kimseyi dağa kaldırmış, nede fidye istemiş. İstediği hep fakirler, kimsesizler, dullar, öksüzler içinmiş. Camisine bakmayan köye haber gönderir; “Gelecek Ramazana kadar mescitleri tamir etmezlerse samanlıklarını yakarım.” dermiş. Onun sayesinde camiler şenlenmiş, köylü zulümden kurtulmuş, öksüzlerin, yoksulların yüzü gülmüş. Her köyün korusunda gizli bir ağaçta bir heybe asılı imiş. Köy halkı bu heybe boşaldıkça içine sucuk, şeker korlarmış. Yalnız Efe’nin kaza içinde belki elli dalda heybesi varmış. Kimseye ağırlık olmaz, kimseyi sıkıştırmaz, herkesin gönlünden kopanla geçinirmiş.
“Uzatmayalım... İşte tam o sırada Söke tarafında gayet azgın bir Rum eşkıyası türer. Devlet bu haydutlara karşı bir nizamiye taburu çıkarır. Döne dolaşa bu tabur bizim tarafa da gelir, Rumlar’ın izlerini bir türlü bulamazlar. Kasabada Yalnız Efe’nin namını işitirler. Boş durmamak için onu tutmaya kalkarlar. Yerli zaptiyeler kılavuzluğu kabul etmezler. Yalnız Efe bunu haber alır. Boz dağı’na geçmek ister. Bir bölük asker ondan evvel davranır, arkadan dolaşır, Akkovuk’u tutar. Bir bölük askerde aşağıdan çıkmaya başlar. Yalnız Efe’yi tam burada sıkıştırırlar. “Teslim ol!” derler. Yalnız Efe: “siz askersiniz, benim kardeşlerimsiniz, canınızı yakmak istemem. Savulun, yoluma gideyim!” der. Dinlemezler. Üzerine ateş ederler. Yalnız Efe birkaç askeri elinden, kolundan, kulağından hafifçe yaralar. Tekrar: “asker kardeşler, bırakın beni sizin canınızı yakmak istemem!” diye haykırır. Yine dinlemezler. Akkovuk’tan gelip de geçidi saran bölük de ateşe başlar. İki ateş arasında kalınca:”asker kardeşler, benim yüzümden birbirinizi vuracaksınız; ben gidiyorum, ben artık yoğum, ateşi kesin, yürüyün buluşun!” diye haykırır. Bir zaman daha yaylım ederler. Nihayet Yalnız Efe’nin sesi kesilince vuruldu sanırlar. Yavaş yavaş yürürler. Dik yolun önünü arkasını adım adım ararlar. İşte bu çamın dibinde Yalnız Efe’nin martini ile geyik postu seccadesinden, yeşil namaz bezinden başka bir şey bulamazlar.
“O vakitten beri Yalnız Efeye rasgelen yok. Yazın yamaçlarında hayvanlarını süren Yörükler buraya her gece nur inerken gördüklerini yemin ederek anlatırlar.”
* * * Akkovuk’a biraz erken yetişmek için davranmak icap ediyordu. Yağmur dinmişti. Kalktım, martinin kayışını omzuma geçirdim. İhtiyar, yemek torbasını, kebeyi sırtlıyordu. Yürüdüm. Yarın kenarına geldim. Aşağısı baş döndürecek kadar derin bir uçurumdu. Yeni geçmiş bir kabus gecesinden kalma korkunç rüyaları andıran parça parça sisler, birbirine karışmış çamlarla kayaları örtüyordu. Yanıma yaklaşan kılavuza:
-Yalnız Efe askerin eline düşmemek için buradan kendisini aşağıya atmış olmalı... dedim.
-Haşa! Tövbe! O Allah’tan korkardı. Dini bütündü, diye reddetti.
-Ee, havaya uçmadı ya!
-Sır oldu!
Gülerek sordum:
-Ne biliyorsun?
İri ela gözlerini kırptı. Delillerinden emin olan sade insanlara ait saf bir inançla:
-Ne bilmeyeceğim, sır olmasa buraya her gece nur iner mi? dedi.


GÖKÇEN EFE



Asıl adı Hüseyin‘dir. 1891 yılında Ödemiş’de doğdu. Kurtuluş Savaşı’a katkılarıyla tanınan efe. Ünlü efelerden Çakırcalı Mehmed Efe‘nin akrabası ve sağ koluydu.
Tire’de Gümce Dağı’nda birkaç yıl eşkiyalık yaptıktan sonra Mahmud Celal Bey’in (Bayar) aracılığıyla 1914′te bağışlandı. İzmir ve yöresinin Yunanlılarca işgali üzerine gönüllü olarak Kurtuluş savaşı’na katıldı. 57. Tümen Komutanı Miralay Şefik (Aker) Bey’in gözetiminde oluşturulan Kuvay-yı Milliye örgütlenmesi içinde yer aldı.
Haziran 1919′da, Yunan ileri harekatını durduran Köşk Cephesi‘nde savaştı. Fata ve Kemerdere’de baskınlar düzenledi ve Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Ekim 1919′da Fata yöresinde Yunan toplu saldırısının geciktirilmesini sağladı.
13 Kasım 1919′da Fata yöresinde Yunan birlikleriyle şiddetli bir çatışmaya girdi.
Üç gün süren çatışmalardan sonra, siperine girmeyi başaran bir Yunan askerince 16 Kasım 1919′da süngülenerek öldürüldü.
Ankara hükümeti daha sonra, savunurken öldüğü Fata bucağına onun anısına Gökçen adını verdi. Kurtuluş Savaşı’nın adı ilk duyulan direnişçilerinden olan Gökçen Efe, Halide Edip Adıvar’ın “Efe‘nin Yemini” adlı öyküsünün de kahramanıdır.
Ödemiş yöresinde adına Türküler yakılmıştır.



EFE HİKAYESİ

Hikaye bu ya;
Vaktiyle Ege`nin bir yöresinde tüm çevreyi titreten, astığı astık, kestiği kestik bir efe varmış. Boylu, poslu ve çok da yakışıklıymış ama hiçbir kıza gönül vermediği gibi kızlara bağlanırım diye mümkün mertebe soygunlar dışında köylerden de uzak durmaya çalışıyormuş.
Gel zaman git zaman, bizim efe şeytana uymuş ve gece şehre yalnız inmiş. Şehrin ileri gelen zenginlerinden bir Rum, efe` yi korkudan evinde ağırlamış.. Zengin Rum`un güzel ve işveli kızını gören bizim efe de kıza deli gibi tutulmuş.
Sabah dağa dönen efenin günleri, artık hep kızı hayal etmekle geçiyormuş. Adamları ile eskisi kadar ilgilenmediği gibi artık soygunlara da pek iştahlı katılmaz olmuş. Dağda otoritesinin azalacağından korkan efe, kızı babasından istemeye karar vermiş. Öyle ya; Kızın babası zengin.. Evlenip şehre yerleşirse hayatı da kurtulacak ve dağda ihtiyarlamak zorunda kalmayacak.
Kızı babasından ister ama kız, ailenin tek kızıdır ve babasının şartları vardır. Kızın babası "İlk şartım; Madem benim damadım olacaksın. O zaman bizim gibi kültürlü, medeni olmalısın. Önce bıyıklarını keseceksin ve dağda bir ay öyle Efelik yapacaksın. Sonra diğer iki şartımı da yerine getirirsen kız senin!" diye şart koşar. Bizim efe celallenir "Bıyıksız efe mi olur lan?!" diye bağırır, kızar ama adam Nuh der peygamber demez. Kaçıracak ama kız da babasının sözünden çıkmamaktadır. Efe ne yapsın? Tek çare babayı memnun etmekten geçiyor.
Güç de olsa bıyıkları keser. Ama bu kez dağda otoritesi sarsılmaya başlar.. Adamları " Efem bu ne iştir?" derler. Efe de bir kıza tutulduğunu ama babasının bu şartı öne sürdüğünü söylese de adamları inanmazlar.
Bir ay sonra kızın babasına gider ve ilk şartı yerine getirdiğini söyler. Kızın babası, bu kez; " Senin niyetinin ciddi olduğunu anladım. Benim kızım için çeyiz dizmek gerek. Dağdaki tüm altınlarını bana getireceksin. Nasıl olsa kızımı aldığında benim mallarımın tamamı senin olacak." Efe çaresiz dağa çıkar, adamlarının hisselerine düşen altınları da borç olarak alır. Sözünde duracağının nişanesi olarak da tüfeğini arkadaşlarına verir, tabancası ile şehre gelir. Kızın babasına paranın tamamını verir. Kızın babası da " Nikah yapılmadan evimde oturamazsın. Söz yüzüğü takma törenine kadar benim bahçıvanım Yorgo ile kulübesinde kalırsınız." diyerek efe`yi Yorgo`nun kulübesine gönderir. Yorgo da çam yarması gibi bir heriftir ama efe`den çekinir. Yorgo ile efe bir müddet aynı kulübede yaşarlar.
Aradan bir süre geçtikten sonra efe kızın babasının karşısına dikilerek; Söz takma töreninin hala niye yapılmadığını sorar. Kızın babası da "Yarın bir ziyafet veriyorum. Şehrin tüm ileri gelenleri katılacaklar. Sen de o toplantıya katılacaksın ve herkesin önünde benden kızımı istersin. Ben de herkesin şahitliğinde kızı sana veririm. Kimse bana kızını korkudan verdi demez." der ve efe de kabullenir ama arkadan üçüncü şart gelir; "Sen dağda yaşamaktan insan içine pek çıkmamışsın. Böyle kaba konuşma ve yürüme ile olmaz. Benim kız sana yürümeyi ve kibar konuşmayı öğretsin de; bizi törende mahcup etme!" der.
Efe için son şart çok ağır gelmiştir ama kızı almak için tek yol bu kalmıştır. Kızdan vazgeçse dahi, artık dağa da çıkamayacaktır. Dağdakiler, alacaklarını isteyeceklerdir. Çaresiz, son şartı da kabul eder ve ne kadar ağır gelse de kızdan yürüme, kibar konuşma derslerini alır..
Akşam konakta büyük bir ziyafet vardır.. Şehrin tüm ileri gelenleri ile efenin dağdan gelen arkadaşları toplanmışlardır. Bizim efe de şehirliler gibi giyinir ama görünüşü, duruşu, konuşması itibariyle artık eski efe değildir. Yemekte herkes gözlerine inanamamaktadır. Efe yemek esnasında "Kuşum Aydın " gibi yürüyerek kızın babasının önüne gelir ve "Ben efe . olarak, herkesin şahitliğinde kızınıza talibim." der.
Kızın babası ise " BENİM İ...NE` YE VERİLECEK KIZIM YOK ! " diye kestirip atar.
Galiba AB yolunda Efe(!) gibi olacağız.
* " Terörle mücadele yasasını değiştirin. " dediler. Yasayı değiştirdik, terörle mücadele edemez hale geldik. Artık teröristler, İstanbul`da, Mersinde, İzmir`de kısacası her yerde yürüyüş yapar hale geldiler. ( Şu anda, ABD de veya AB de El kaide yandaşları Usame Bin Ladin resimleri ile gösteri yürüyüşü yapabilir mi? ) Oysa biz, hala da şehitler veriyoruz.
* " 48 saatlik gözaltı süreniz uzun kısaltın." dediler. 24 saate düşürdük. Kendileri ise Londra Metro saldırılarından sonra 28 güne çıkardılar.
* " İfade özgürlüğünü genişletin ." dediler. Atalarımıza sövenleri yargılayamazken ( O. PAMUK `un davasının hangi kanuna dayanarak düştüğünü açıklayabilecek hukukçu var mı? ) Kendileri Ermeni soykırımı olmamıştır diyenleri yargılayabiliyorlar.
* " Dil özgürlüğünü genişletin." dediler. Genişlettik, Kürtçe, Zazaca kursları açtık. Kendileri (Hollanda) sokakta başka dillerin konuşulmasını yasaklamaya çalışıyorlar.
* " Her türlü şartı yerine getirseniz dahi, sizin ülkeniz ve nüfusunuz çok büyük olduğundan son kararda AB nin hazmetme kapasitesine (İngilizcesi tam bu anlamı vermiyor ama gazetelerde bu şekilde tercüme ediliyor.) göre sizi alıp almayacağımıza karar vereceğiz." diyorlar. Kahin değilim ama yaptıkları çalışmalara göre, Türkiye AB`nin tahmini müzakere süreci sonunda küçülmüş iki Devlet veya Federasyon olacaktır. İnanmayan Sayın Osman DİYADİN` in Ben şehit miyim, Hain mi?.. adlı kitabını ve bu haftanın (3 Şubat 2006) TEMPO dergisini okusun. Adamlar Diyarbakır Kürtlerin başkentidir diyebiliyorlar. Artık hangisini hazmedebilirlerse onu alırlar. (Peki bu kadar verdiğimiz sivil - asker şehitlerimiz mi? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü (!) )
* "Güney Kıbrıs Rum Kesimi için; Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyın, yoksa giremezsiniz! " diyorlar. Bizimkiler yakında tanıyacaktırlar. Daha doğrusu tanımak zorundadırlar. Tanıdığımızda ise; KKTC`den vazgeçtiğimiz gibi, bağımsız bir ülkenin toprağını da silah zoru ile 33 sene işgal altında tutmuş olacağımızdan(!) 33 yıllık işgal tazminatı ödeyeceğiz. (Louzidiu davası benzeri) Yetmedi; 1973 Barış harekatında ölen Rum askerleri için dahi tazminat ödeyeceğiz. Tüm bu tazminatları ödeyebilmek için herhalde Trakya`yı versek yine ödeyemeyiz. (Ya bizim şehitlerimiz? diye sormayın nasıl olsa onlar Türk` tü (!) )
* " Ermeni soykırımını biz tanıdık. Siz de tanıyın, yoksa giremezsiniz!" diyorlar. Haklı olmamız veya bizim insanlarımızın soykırıma uğramış olması önemli değil. Önemli olan onların tanımış olmaları. Yoksa, "Sizi aramıza almayız." diyorlar. Diyelim ki tanıdık; bu kez haksız yere katil millet olarak damgalanacak ve korkunç tazminatlar ödeyeceğiz. Tazminatların peşinden toprak talebi de gelecek. (Ermenilerce şehit edilen atalarımız mı? nasıl olsa onlar Türk` tü (!) )
* " Azınlıklar ve Din özgürlüğünde adım atmalısınız! " dediler. Henüz biz adım atmadan Misyoner radyolarını kurdular (İstanbul`dan dinlenebilen Müjde FM), her gün 24 saat Hıristiyanlık propagandası yapılıyor. Aynı derginin (TEMPO) 51. sayfasında da Watch Tower İncil ve Dua Örgütünün verilerine dayanarak Türkiye`de 1679 Protestan misyonerin görev yaptığını, 243 kişinin Hıristiyanlaştırılıp vaftiz edildiği belirtiliyor. Hepimiz bir gecede hıristiyanlaşsak bile bizi aralarına kabul etmezler.
* " Özelleştirmeleri hızlandırın." dediler. Biz kıçımızdaki donumuzu bile satmaya kalkışıyoruz.
(Atatürk Samsun`a çıktığında Madenler yabancılarda idi, Şehir hatları yabancılarda idi, Demiryolları, sanayii yabancılarda idi. (Hatta T. ÖZAKMAN Şu Çılgın Türkler kitabında Konya`dan askeri birliği taşıyan trenin makinistinin Rum olduğunu, Türklere bu işin öğretilmediğini yazar.)
Artık kesinlikle eminim ki, biz de Efe`nin akıbetine uğrayacağız..
Saygılarımla...
 
  Bugün 2 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol